0
ARCH+ news

AKP´nin gecekonduyla imtihanı

Ulus Atayurt, Ayse Çavdar //

“Yıkım üst üste otuz yedi gün sürdü. Her yıkımdan sonra kurulan kondular biraz daha küçüldü. Gitgide eve benzemez oldu. İnsanlar insanlıktan çıktı. Toza, çamura çöpe bulandı. Üstler başlar yırtık delik içinde kaldı. Üç bebek yıkımdan, soğuktan usanıp kaçtı. Yıkımcıların gözlerinin önünde kuş olup göğe çıktı. Bir yıkımcıyı keserle yaralayan yaşlı bir kadın iki candarmanın yanına katılıp tepeden gitti. Kalanların teneke toplamaktan, çöp ayıklamaktan soluğu kesildi... İnsanlar üç gün boyunca yıkımcıların gelmesini bekledikten sonra çöp yığının başında toplandılar. Önce çöpten yamuk yumuk bir tahta parçası çıkardılar. Üstüne kömürle eğri büğrü harfleri yan yana getirip ´Savaştepe´ yazdılar.”
Latife Tekin, Berci Kristin Çöp Masallar, 1984

9 Mart 2009 yerel seçimleri, 2002´de kurulan AKP´nin  oylarının düştüğü ilk seçimlerdi.  Kentsel dönüşümün ve gecekondu yıkımının en hararetli tartışıldığı İstanbul´da görünürde yalnızca yüzde 2.11´lik bir oy kaybına uğrasa da, “sosyal demokrat” CHP, Türkiye genelinde aldığı oyların ortalamasının yüzde 10.33 üzerine çıkarak İstanbul´da yüzde 33.43´lük bir oy oranına sahip oldu. Seçim sonrasında, AKP´nin oy kaybettiği bölgelerde yaptığımız görüşmeler, seçmenlerin CHP´ye kaymalarının nedeninin ideolojik tercihlerden değil, kentsel yıkımdan duydukları endişeden kaynaklandığını ortaya koydu.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi´nin 2008 başında güncelleyerek yayınladığı verilere göre, mevcut Belediye Başkanı Kadir Topbaş döneminde başlayan kentsel dönüşüm sürecinde toplam 9223 kaçak yapı ve gecekondu yıkıldı. Yıkılan gecekonduların 2640´ı TOKİ, ilçe belediyesi ve büyükşehir belediyesi uhdesinde gerçekleştirilen Küçükçekmece Kentsel Dönüşüm Projesi alanındaydı.  AKP´nin dramatik oy kaybına uğradığı Kartal, Maltepe, Sarıyer, Ataşehir, Büyükçekmece, Beyoğlu gibi ilçeler benzer yıkımların kendi başlarına da gelebileceği endişesiyle sandık başına gittiler. Zira kentsel dönüşüm çerçevesinde açıklanan planlar ve gerçekleştirilen uygulamalar AKP yerel ve merkezi iktidarda kaldığı sürece benzer yıkım ve mülkiyet transferinin buralarda da gerçekleşebileceğini ortaya koyuyordu.

Yıkımlar rastgele değil, İstanbul´da kabaca planlanan üç ana arter etrafında gerçekleşiyor. Bu arterlerden ilkinde tarihi yarımadayı ve halihazırda var olan merkezi iş alanlarının ufuktaki yeni köprü ve Boğaz´ın altından geçen metro hattıyla (Marmaray) güneye yöneltilmesi ve bölgenin bir orta-üst sınıf servis sektörü cennetine dönüştürülmesi hedefleniyor... Bu plan gereği Marmara Denizi´nin paralelindeki E-5 Karayolu üzerindeki bir dizi işçi mahallesi, yöredeki fabrikaların oradan taşınmalarıyla atıl kaldıkları da gerekçe gösterilerek yıkılacak. Bu hattaki Örnek, Esatpaşa, 1 Mayıs (Mustafa Kemal), Başıbüyük, Gülensu, Gülsuyu, Yakacık, Aydınlı, Cumhuriyet gibi merkezden güneye uzanan ve yüzbinlerce kişinin ikamet ettiği mahalleler ortadan kaldırılacak. İkinci arter ise bu defa tarihi merkezden kuzeye doğru uzanan ve Mimar Ken Yeang´ın tasarladığı bir orta-üst sınıf rezidans-alışveriş merkezi-marina hattına evriltilmeye çalışılan Küçükçekmece yöresine tekabül ediyor. Ayazma ve Tepeüstü mahallelerinde gerçekleştirilen yıkımlar bu aks üzerindeki Çırpıcı, Tozkoparan, Bayraktepe ve daha nice mahalleye kötü bir örnek oluşturuyor. Planın üçüncü ayağı ise hızla yükselen ve kriz öncesinde 60 kadar gökdelenin inşa edildiği ve 1988´de ikinci köprünün açılmasından sonra emlak spekülasyonuna tabi tutulan Levent-Maslak hattında gerçekleşiyor. Kuzeyinde Türkiye´nin ilk gated community´lerinin de bulunduğu bu “replika Manhattan” projesinin etrafında yer alan Karanfilköy, Fatih Sultan Mehmet, Armutlu, Boçev, Mağden, Derbent, Reşitpaşa gibi mahalleler uzun zamandır gölgesinde yaşadıkları yıkımın ziyadesiyle farkındalardı ve Sarıyer´in yeniden CHP´ye geçmesinde de büyük rol oynadılar …

AKP´nin ve öncülü durumundaki RP´nin yükseliş hikâyesi bile gecekonduların yerel siyasette ne denli önemli olduklarını ortaya koyuyor. RP, 1990´larda özellikle büyük şehirlerde gecekondu mahallelerine büyük bir siyasî yatırım yapmıştı. Bu siyasî yatırımın en önemli göstergelerinden biri, İslamî cemaatlerin ellerindeki sermaye birikiminin küçük de olsa bir bölümünü, örgütsüz işçi mahallelerindeki yoksullara yardım paketleri ulaştırmaları ve buralardaki seçmenlerle birebir ilişkiler kurmalarıydı. AKP lideri Tayyip Erdoğan bu yerel birikimin sonucu olarak 1994´te İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı oldu. Bu geleneğin dönüşmüş temsilcisi AKP 2002´de merkezî iktidara oturduktan hemen sonra ise, yerel politikalar kılık değiştirmeye ve öncelikler yeniden belirlenmeye başlandı.


Gecekondu ne demekti?

Türkiye´nin kentleşme tarihi içerisinde dönüm noktalarından biri 1945 yılında çıkartılmaya çalışılan Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu idi. Bu kanunla 20 yıl vadeli ve faizsiz bedellerle küçük ve orta ölçekli çiftçi işletmeleri yaratılması öngörülüyordu. Fakat, ertesi yıl kurulacak Demokrat Parti´nin müstakbel üyelerinin olumsuz tepkileri ile kanun uygulamaya geçirilemediği gibi, aynı sene II. Dünya Savaşı´ndan galip çıkan Marshall Yardımı da devreye sokuldu. Bu yardım tarımda küçük çiftçiliği desteklemektense, Avrupa´nın gıda ihtiyacını karşılamak üzere mono-kültürel tarıma geçilmesini öngörüyordu. Yardımla Türkiye´ye verilen meblağın yüzde 20´sine denk gelen tarımsal hibe (164 milyon dolar), ülkede o zamana kadar tarımda makinalaşmaya ayrılan en yüksek bütçeydi. Bu yardımların tetiklediği göçler –örneğin Ankara´da- 1940-1950 yılları arasında kentsel nüfus artışını yüzde 89´a taşıdı.  Kente göç edenler, ellerinden çıkardıkları topraklardan edindikleri kısıtlı meblağlarla istemeden kente gelen küçük ve orta küçük ölçekli çiftçilerdi. 1950´lerden itibaren ise Türkiye´nin ithal ikameci bir sanayileşme politikasını benimsemesiyle birlikte devlet de kentleşme politikasında pasif bir tutum izlemeye başladı. Tarık Ziya Şengül tarafından “emek gücünün kentleşmesi süreci”  olarak adlandırılan bu 30 yıllık dönemde kırsal nüfus -Maltepe Vadisi´nde olduğu gibi- Siemens, AEG, Renault, Bosch gibi ülke dışı girdiye ve montaj sanayiine dayalı fabrikalarda çalışmak üzere hızla kentlere akarak kendi barınma ihtiyaçlarını giderme özgürlüğüne sahip oldular. Bu dönemde devlet “sen yap, ben görmeyeyim” şeklinde özetlenebilecek bir mantıkla enformel yapılaşmaya göz yumarken, 1966 yılında olduğu gibi zaman zaman çıkardığı yasalarla da gecekondu alanlarının hukukî açıdan da formelleşmesine imkân tanıdı. Yeni sanayi alanları, siyasî açıdan “sakıncalı” mahallelerin devredışı bırakılması gibi istisnai nedenler dışında yıkımların gerçekleşmediği, hatta meşru da sayılmadığı bir siyasî atmosfer yaşandı. Dolayısıyla temel bir kentleşme politikasına dönüşen gecekondulaşma, birkaç farklı şekilde hayata geçti: Bunlardan ilki, hazine arazileri üzerine yapılan gecekonduların devlet tarafından önce görmezden gelinmesi, sonra ise çeşitli mali prosedürler çerçevesinde yasallaştırılmasıydı. İkincisi, üzerine gecekondu yapılan arazinin özel mülkiyet statüsü taşıması halinde bile devletin mülk sahibi ile gecekonducu arasında arabuluculuk yaparak ve yine bedelinin ödenmesini sağlayarak gecekonduları formalleştirmesiydi.  Kurulan mahallelerin altyapı ihtiyaçları ise, özellikle seçim dönemlerinde olabildiğince gideriliyordu. 1966 yılında çıkartılan 775 sayılı Gecekondu Kanunu´nda da görüldüğü üzere sanayi alanlarıyla gecekondu yerleşimleri arasındaki geçişlilik, Kalkınma Planları aracılığıyla normlaştırılıyordu. Dolayısıyla gecekondu alanları sürekli olarak “enformal” ya da “plansız” yerleşim alanları olarak anılsa da, gecekondu devletin kentleşme politikaları kapsamında bir “entity” olarak görülüyordu. Öyle ki 1960´ların başında İmar İskan Bakanlığı´nın açıkladığı verilere göre Ankara´nın yüzde 64´ü, İstanbul´un ise yüzde 40´ı gecekondu mahallelerinden oluşmaktaydı.

1980 darbesi sonrası gecekondu alanlarını kentsel rant alanları olarak yeniden tanımlayan ve olası sınıf kalkışmalarını engelleme amacı taşıyan resmî gayretten bahsetmeden önce 70´lere bir parantez açarak kanıksanmış devlet politikalarının dışında gecekondu mahallelerinin içsel gelişme dinamiklerine de bakmakta fayda var. Tek bir cümlede özetlemek gerekirse dünyada sol muhalefetin yükselmesine paralel olarak tıpkı “Kızıl Bologne” örneğinde olduğu gibi parlamenter siyasete yanaşmayan sosyalist gruplar gecekondu mahalleleri içinde ve mahalleliyle birlikte örgütlenerek alternatif kent planları ürettiler. İşçi örgütlenmelerinin Türkiye özelinde tepe noktasını gördüğü bu dönemde İstanbul´da Güzeltepe, 1 Mayıs, daha sonra Gülensu-Gülsuyu gibi mahalleler devrimci gruplarla planlı gecekondulaşma sürecini başlattılar. Zamanın Üsküdar ilçesine bağlı Kapanağılı Mahallesi, 70´lerin ikinci yarısında yöredeki jandarmayla işbirliği yapan mafyaya direnerek -barınma ihtiyaçlarını karşılamak üzere her aileye bir gecekondu, arsaların hakkaniyetle paylaşılması, sol mimar ve mühendislerden yardım alınarak sağlıklı evlerin tasarlanması, ortak harcamalar ve inşaat için eşit katkının sağlanması vb.- “özgün/devrimci” planlama ilkeleri dahilinde tasarlandı. Sosyalist grupların iç çekişmelerinin çözüme ulaşması neticesinde kurulan Halk Komitesi tarafından yürütülen bu planlama faaliyeti mahallede arsa spekülatörlüğü ve mafyacılığı engelleyerek planlı gecekondulaşmanın örneklerinden birini oluşturdu.  Mahallenin bu özgün çabası ise 2 Eylül 1977 yılında dönemin Milliyetçi Cephe (Adalet Partisi ve MHP) hükümeti tarafından görevlendirilen kolluk kuvvetlerinin mahalleye girerek 12 kişiyi öldürmesiyle son buldu.


Dönüşümün gerçek başlangıcı

Ve nihayet 1980´de gerçekleştirilen darbe sonrasında en çok gözaltında bulundurulan yerler yine gecekondu mahalleleri oldu. Ülkenin liberalleşmesini darbeden hemen önce alınan 24 Şubat kararlarıyla dikte etmeye çalışan MC´nin DPT (Devlet Planlama Teşkilatı) müsteşarı ve AKP´nin atalarından MSP´li (Milli Selamet Partisi) Turgut Özal ANAP´ı kurup, 1983 yılında 1970´lerdeki hemen tüm siyasî figürlerin yasaklı olmasından da yararlanarak başbakan oldu. Özal liberalizmi, yerel yönetimlere ilk bakışta gecekonduları kentsel ekonomiye dahil eder gibi görünen bir tür “projeci belediyecilik”  anlayışının temeli oldu. 1984´te 2981 sayılı yasayı çıkartarak geniş çaplı bir “gecekondu affı” getiren Özal, hemen ardından yoğun altyapı çalışmalarıyla gecekondu mahallelerini kentsel rantın yeniden dağıtım merkezlerine dönüştürdü. Bu af yasası gecekondu sahipleri tarafından yeteri kadar kullanılmasa da, aynı dönemde çıkartılan 3194 sayılı İmar Kanunu gecekondu bölgelerinde büyük inşaat firmalarının projeler yürütmesine zemin hazırladı. Bu süreç, gecekondu mahallelerinin altyapı açısından neredeyse orta sınıf “formal” mahallelerle eşitlenmesine vesile olurken, yaratılan rant gecekondu sahiplerinin bir bölümünün inşaat şirketleriyle işbirliği yaparak orta sınıflaşmasını sağladı. Ancak 1980´ler de hızlı bir kırdan kente göçe tanık oldu ve gecekondudan apartmana geçebilenler eski barınaklarını göçle yeni gelenlere kiralamaya başladılar. Dolayısıyla enformel olarak nitelendirilebilecek ve imar düzenlemesinin henüz ulaşmadığı, imar aflarının işlemediği sistem içerisinde Oğuz Işık ve Melih Pınarcıoğlu´nun “nöbetleşe yoksulluk” adını verdikleri, “yoksulluğun kente daha sonra gelen kuşaklara aktarıldığı döngüsel bir sistem” işliyordu.

Gecekondulardaki bu rantsal dönüşümün ve 1980´lerin liberal ekonomi yönetimiyle tanımlanan sınıfsal ayrışmanın yarattığı huzursuzluk, 1994´te yerel seçimlerden beklenmedik bir başarıyla çıkan muhafazakâr RP´nin ilham kaynağı oldu. RP, bir yandan  projeciliği ve orta sınıf rantını elden bırakmazken, diğer yandan mahallelerde yoksulluktan emlak rantıyla sıyrılamayan kitlelere erzak, giyecek ve ilaç yardımıyla ilk bakışta kamusal gibi görünen, ancak geçici, keyfi, dolayısıyla “eğreti” bir çözüm üretti.  Bu “çözüm”, gecekondu mahallelerindeki dayanışma ağlarını da felce uğratarak zaten var olan hemşehri dayanışmasını bir tür kamuya (iktidar partisine) bağımlılık ilişkisine dönüştürdü. Bu süreç gecekonduların hem sınıfsal hem de siyasî aidiyetlerini büyük ölçüde değiştirdiği gibi, kamusal söylemde bu alanların meşruiyetlerini de zaafa uğrattı. Çünkü artık apartmanlaşan gecekondu alanları yeni yükselen bir orta sınıf olarak görülüyor, dahası toplumdaki mevcut istenmeyen eğilimlerin (kâh muhafazakârlaşma, kâh marjinalleşme, kâh terör ve suça yönelim) de merkezi olarak görülmesine sebep oluyordu. Bu söylem, RP´nin ortadan kalkmasından yaklaşık 4 yıl sonra iktidara bir “dönüşüm” söylemiyle gelen AKP tarafından da devşirildi. Yerel yönetimleri de büyük ölçüde RP´den devralan AKP, büyük kentlerde gecekondu alanlarının kamu eliyle apartmanlaştırılması ve ortaya çıkan rantın da doğrudan kamuyu idare edenlerce dağıtılması gibi bir siyaset izlemeye koyuldu. “Kentsel dönüşüm” tamlaması da bu politikanın formel adı oldu.

Kentsel dönüşümün ülke çapındaki rant alanını organize eden, gecekondu mahallelerinin karşısındaki en büyük tehdidi teşkil eden ve AKP uhdesinde bir devlet monopolüne dönüştürülen TOKİ´ye göz atmadan önce İstanbul´a ilişkin bazı iktisadî verilere bakmakta fayda var. Aslında mevcut belediye başkanı ve Başbakan Erdoğan´ın halefi Kadir Topbaş´ın şu sözleri süreci özetler nitelikte: “Ayrıcalıklı bir coğrafyanın sağladığı doğal güzellikler ve tarihsel zenginliklerle bezenmiş İstanbul´un son yıllarda maruz kaldığı plansız girişimler sonucu anılan değerlerin kısmen maskelenmiş, kısmen yitirilmiş olduğu üzüntüyle gözlenmektedir.  İstanbul´a hak ettiği tarihsel ve çağdaş konumunu planlı yaklaşımlarla yeniden kazandırmak kuşağımız siyasilerinin, bilim adamlarının erteleyemeyeceği bir noktadır.”

Topbaş´ı sayılarla tercüme edelim, İstanbul´u artık yavanlaşmış küresel bir rekabete açmak “dünya metropolleri” arasında yetkinliğini artırmak ve bölgesel bir merkez kılmak için yapılan ağır sanayi desantralizasyonu yüzünden TÜİK´e (Türkiye İstatistik Kurumu) göre sadece 2002-2006 yılları arasında 531.943 kişilik istihdam kapasitesi gerek kent gerekse ülke dışına çıkarıldı. Aynı dönemde kentteki butik otel/yatak kapasitesi 6.000´den 11.000´e yükseltilirken, metropolü glokal bir tüketim merkezine dönüştürmek amacıyla 47 alışveriş merkezi ve 650 lüks konut sitesi inşa edildi.   Tüm bu küreselleşmeye/coğrafi eşitsizliğe eklemlenme süreci boyunca İstanbul halkının yüzde 20´si yoksulluk sınırının altına itilirken varlıksal açıdan İstanbul´un en zengin yüzde 1´lik kesiminin payı yüzde 76´lık yoksul ve orta gelir grubunun payına ulaştı.

İstanbul özelinde sınıfsal dizilimin tabi tutulduğu bu yeni tasarım, enformel ilişkiler ağıyla da olsa kademeli olarak kent ekonomisine dahil olabilen gecekondu nüfusunu şehir ekonomisinin dışına itti. Gecekondu alanları ise 1980´ler ve 1990´lar boyunca üzerlerinde biriken rant bir kez daha katlanmak suretiyle inşaat ve servis sektörünün yeni gelişim alanları  olmak üzere konumlandı. Bir başka deyişle gecekonducular yalnızca ekonomik faaliyetleri anlamıyla değil, fiziksel varlıkları itibarıyla da şehirden dışlanmaya başlandılar. Dolayısıyla gerek sanayideki gerekse konut piyasasındaki enformel istihdama dayalı ve Bediz Yılmaz´ın dediği gibi çoğu zaman damgalayıcı bir unsur olmayan ve dikey toplumsal hareketliliğe izin veren, akrabalık ve hemşehrilik bağlarından da nemalanan “eski” yoksulluğun yerini, bilgi toplumunun ve onun azalan emek ihtiyacının yarattığı ve dikey geçişliliğin çok da mümkün olmadığı “yeni” bir yoksulluk türü aldı. 

Bu operasyonun başlıca aktörü ise TOKİ oldu. Çünkü kentsel dönüşüm projeleri, İstanbul özelinde ilçe ve büyükşehir belediyelerinin, operasyonun mali ve eylem yükümlülüğünün üstlenicisi durumundaki TOKİ arasında yapılan üçlü protokollerle hayata geçirilmeye başlandı. TOKİ, 1984 yılında yapı kooperatiflerine kredi sağlamak ve kamunun muhtaç kesimlere barınma hakkını teslim etmek üzere gerçekleştireceği projeleri hayata geçirmek üzere kuruldu. Bunun için de finansal anlamda Emlak Bankası ve arazi kullanımı anlamında da Arsa Ofisi´yle desteklendi. Ancak AKP´nin iktidara geldiği 2002 yılından itibaren ciddi bir değişim geçirdi ve dahası bir dizi başka yasayla da TOKİ´ye ayrıcalıklı yetkilerle donatılmış bir kamu tekeli görünümü verildi.

2004 yılında Arsa Ofisi´nin kapatılmasıyla TOKİ´nin elindeki arsa stoğu 233.869.088 metrekareye ulaştı. Akabinde çıkartılan 5162 sayılı belediye yasası ile gecekondu dönüşüm projelerini planlama yetkisi belediyelerden alınarak TOKİ´ye devredildi. 775 sayılı Gecekondu Kanunu´nu uygulama yetkisi Bayındırlık ve İskan Bakanlığı´ndan TOKİ´ye aktarılarak, gecekondu bölgelerinde tek söz sahibi olması sağlandı. Dönüşüm sürecini finanse edebilmesi için kuruma iç ve dış tahvil basmak, kamu ve özel bankalardan kredi almak ve onlara kredi vermek gibi yetkiler tanındı. 2010 yılında ise TOKİ, Dünya Bankası ve İstanbul Menkul Kıymetler Borsası ile türev piyasaları Türkiye´de devreye sokacak ilave bir kurumu da bünyesine katabilecek. Kısacası TOKİ, ülkenin tüm emlak piyasası ve onunla bağlantılı finansal kaynakları doğrudan başbakanlığa bağlı ve denetimi ise yalnızca Cumhurbaşkanı´nın talebiyle gerçekleştirilebilecek bir monopol niteliği kazanacak. 

Bütün bunlar görünürde TOKİ´nin kuruluş ve varoluş amacı olan “sosyal konut” inşa etmesi için ona devredilen yetkiler. Oysa rakamlar TOKİ´nin orta ve üst sınıflar için konut, iş merkezi, alışveriş merkezi vs. üretmeyi başlıca işlevi olarak gördüğünü ortaya koyuyor: TOKİ´nin 2004-2007 arasında ürettiği 310 bin konutun yalnızca yüzde 20´si sosyal konut niteliği taşıyor. Aynı tarihler arasında 16 milyar TL´lik yatırım yapan TOKİ´nin sosyal konut için yapacağı maksimum harcamanın ise 2 milyar TL civarında olduğu hesaplanıyor. Dolayısıyla kendi etkinlik alanına aktardığı 14 milyar TL´lik bir kamu kaynağı olduğunu söylemek mümkün.  Bu perspektiften bakınca, İstanbul´daki en değerli kamu arazilerini arsa karşılığı gelir paylaşımı yöntemiyle glokal şirketlere devreden TOKİ´nin yeni arsa kazanmak için imar ve iskân sorunu bulunan gecekondu bölgelerini devşirmekten başka çaresi yokmuş gibi görünüyor. 


Gecekondu karşıtı söylem

Aslında, gecekondu mahallelerinde çözülme 1990´lar boyunca biriken rantın yanı sıra, Güneydoğu Anadolu´daki savaş ortamına yine kamunun bulduğu bir çözüm olarak ortaya çıkan zorunlu göçün de tahrikiyle 2000´lerde iyiden iyiye su yüzüne çıktı. Gecekondu mahallelerinin ileride “şiddet ve suça yönelim” söylemlerinin coğrafyası olarak kullanılacağına ilk işaretlerden biri Gazi Mahallesi olayıydı. 1995 yılının Mart ayında Alevi ve Kürt azınlıkların çoğunlukta olduğu Gazi Mahallesi´nde başlayan ve dört gün süren olaylarda, gecekondulu halkla polis arasında bir dizi çatışma yaşandı. Ölen 17 kişiden 7´si polis kurşununa maruz kalmuştu.   Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi´ne giden dava sonucunda, devletin ölenlerin yakınlarına tazminat ödemesine karar verildi. Yine görece yeni ve hızla büyüyen bir gecekondu bölgesi olan Esenler´in Karabayır Mahallesi´nde Mart 2002´de Siirt ve Adana kökenlilerle Romanlar arasında büyük bir çatışma çıktı.  İki gün süren çatışmada bir kişi hayatını kaybederken, hemen hepsi Roman, bir bölümü de çocuk ve kadın olmak üzere 130 kişi gözaltına alınırken, 39 kişi tutuklandı. Medyada çatışmanın Roman mahallesindeki ahlaksızlıklardan kaynaklandığı iddia edildi. Oysa çatışmanın kaynağı giderek artan emlak rantından kaynaklanan bir mülkiyet mücadelesiydi.  Benzer çatışmalar, TOKİ´nin müdahale ettiği alanlarda başka niteliklere de bürünerek katmerlendi. Örneğin, Ayazma ve Tepeüstü mahallelerinde 2640 gecekondu yıkıldı. Yıkım esnasında kiracılar tamamıyla görmezden gelindi. Gecekondu malikleri ise Bezirganbahçe´de yapılan 55 apartmandan menkul toplu konutlara yerleştirildi. Ayazma´da yaşayan Kürtlerle, komşu mahalle Tepeüstü´nde yaşayan Karadenizliler Bezirganbahçe´de TOKİ tarafından belirlenen bir kompozisyonla ve aralarındaki gerginlik görmezden gelinerek bir arada yaşamak durumunda bırakıldı. Bezirganbahçe´deki toplu konutların idaresi ise milliyetçilikleriyle tanınan Karadenizlilere TOKİ tarafından devredildi. 2007 genel seçimleri öncesinde konutlardaki Kürtlerin de seçim çalışmalarına katılmaları ve bu sayede Kürt partisi olan DTP´ye oy vereceklerini deklare etmeleri gerek Karadenizli komşularını, gerekse çevre mahallelerdeki diğer milliyetçi grupları harekete geçirdi. Bu gerilim, 7 Nisan 2007 günü milliyetçi grupların organize olarak Bezirganbahçe´de yaşayan Kürtlere saldırmalarına kadar da yine görmezden gelindi. TOKİ´nin ve site yönetiminin bu ve benzeri olaylara buldukları çözüm ise, yapılan toplu konutlardaki 300 kadar boş daireye polis ailelerinin yerleştirilmesi oldu.

İlk örneklerden biri olduğu için önem kazanan Bezirganbahçe´deki tek sorun da bu değildi. Bezirganbahçe´nin yeni sakinlerinin kendi yaşam koşulları göz önünde bulundurulmaksızın kentsel dönüşüm çerçevesinde formelleştirilmiş yeni yaşamın katı maliyetleriyle kolayca baş edemeyecekleri kısa sürede anlaşıldı. Bir kere eski gecekonduculara verilen sosyal konutlar bedelsiz değildi. Her bir konut için 15 yıl boyunca, 250-300 TL civarında aylık taksitler ödenmek durumundaydı. Ayrıca eskiden daha esnek koşullarda tüketilebilen su, elektrik vs. gibi kaynaklar artık sıkı bir şekilde faturalandırılıyordu. Gecekondu bahçesinde yetiştirilen meyve ve sebze de ailenin öğünlerine katkıda bulunmuyordu. Üstelik Bezirganbahçe, Ayazma ve Tepeüstü´ne oranla şehir merkezine çok daha uzak olduğundan işyerine ulaşım maliyetleri de artmış oldu. Bütün bunlara bir de site aidatları ve beklenmedik masraflar için toplanan paralar eklendiğinde, çoğu enformel sektörde süreksiz işlerde çalışmak durumunda kalan eski gecekonduluların önemli bir bölümü kısa süre içinde sosyal konutlardan da dışlanmış oldular. TOKİ, bu eğilimi fark etmiş olmalı ki, başlangıçta borç süreci boyunca satmama koşulu koyduğu konutların el değiştirmesini sağlayacak yeni bir düzenlemeye gitti. Şu anda Bezirganbahçe konutlarında süregiden spekülasyon nedeniyle yüzlerce aile sosyal konut hakkını yöreye spekülasyon amacıyla gelen orta sınıflara devrederek kentsel bağlamdan iyiden iyiye dışlanma tehdidi altında.

Bu süreç, özelde İstanbul´u tüm toplumsal, etnik, kültürel ve elbette ekonomik alt yapısı itibarıyla yeniden tahayyül etme çabasının bir ürünü olan kentsel dönüşüm sürecinin pek de işleyemediğini ortaya koyuyor.  Hatta yalnızca İstanbul´da ve kentsel dönüşüm projeleri değil, ülkenin her bölgesinde inşaat sektörünün ülke ekonomisinin temeli olarak konumlandırılmasından kaynaklanan inşa faaliyetlerinin sonuçları da çok fazla hesap edilmiyor. Öyle ki yan sektörleriyle birlikte inşaat sektörünün ülke ekonomisindeki payı yüzde 30-32 düzeyine ulaşmış durumda, bu düzey AKP döneminde çıkartılan kanunların yüzde 70´inin mülkiyet ile ilgili olduğu düşünüldüğünde inşa ve mülkiyet transferi etkinliklerinin boyutu daha da iyi anlaşılabilir.

AKP bütün bu dönüşüm ve transfer faaliyetlerini ise öncelikle güçsüz ya da daha kolay ikna edebileceği kesimleri hedef alarak yürütüyor. Örneğin Sarıgöl, Kağıthane ve Sulukule´de Romanların görece daha az politik ve dolayısıyla örgütsüz olmalarının bu bölgelerin yıkım listesinde ilk sıraları almasının en önemli sebeplerinden biri olduğu söylenebilir.  Başıbüyük ve Altınşehir ise AKP´nin ideolojik olarak aynı kökten geldiği, dolayısıyla daha kolay ikna edebileceğini düşündüğü mahallelere örnek oluşturuyor. Öte yandan Ayazma ve kentin tarihi merkezindeki Balat, Zeyrek ve Tarlabaşı´nda ise etnik aidiyetleri dolayısıyla daha kolay “ötekileştirilebilecek” Kürtler hedef alınıyor.

AKP´nin bu politikasının 2009 Mart´ındaki yerel seçimlerde hayli önemli bir rol oynadığı, muhalefet partilerinin yaptığı açıklamalardan da anlaşılıyor. Seçim sonuçlarının kesinleşmesinden hemen sonra sohbet ettiğimiz CHP İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekin, TOKİ´nin kentsel dönüşüm tehdidinin olduğu yerlerde (Maltepe, Ataşehir, Sarıyer vb.) seçimi rahat bir şekilde kazandıklarını, ancak (illegal yollarla tarıma ya da yerleşime açılmış orman arazilerini kapsayan) 2B Yasası´nın kapsamına giren bölgelerde (Pendik, Beykoz ve Çekmeköy gibi) başarılı olamadıklarını söylüyor. AKP´nin kamuya ait 2B arazilerini özelleştirme sözüne karşılık, CHP´nin kentsel dönüşüm projelerini bertaraf etme vaadi, kentlerdeki siyasi hesaplaşmanın doğrudan doğruya transformasyon geçirmekte olan mülkiyet rejimi üzerinden gerçekleştiğini ortaya koyuyor. Fakat CHP´li belediye başkanlarının gecekondu bölgelerinde önce gecekondu maliklerini tapulandırmak, ardından kentsel dönüşüm sürecine kaldığı yerden devam etmek şeklindeki stratejileri buralardaki gated community´leşme ve arazi spekülasyonu tehlikelerinin tamamen ortadan kalkmadığını, yalnızca bir müddet sonra ve birikerek yeniden ortaya çıkacağını gösteriyor. İzmir, Kadifekale´de CHP´li belediyenin uyguladığı kentsel dönüşüm projesinin niteliği de iktidar ve muhalefet partilerinin bu konudaki fikir ayrılıklarının yüzeysel bir nitelik taşıdığını ortaya koyuyor. Zaten CHP´li belediyelerin tapu dağıtmasını beklemeye tahammülü olmayan AKP, TOKİ´nin ilçe belediyeleriyle anlaşamadığı noktada imar yetkisini uhdesine alabileceği yeni bir yasa tasarısını da hızla TBMM´den geçirmeyi hedefliyor.

Öte yandan bu operasyonların gerek İstanbul´da gerekse ülke genelindeki ekonomik ve sosyal problemlerin çözümüne ne denli katkıda bulunduğu konusunda bazı izlenimlere yer vermekte de fayda var. Bu konudaki bizce önemli verilerden biri Tarım Bakanı Mehdi Eker´in, Kasım 2008´de yaptığı bir açıklamaya dayanıyor. Eker, Eylül´de başlayan krizin ardından yaklaşık iki ayda 700 bin kişinin büyükşehirleri terk ettiğini söylemişti. TOKİ Başkanı Erdoğan Bayraktar´ın, Kasım 2007´de kamuya açık bir konuşmasında “parası pulu olmayanın İstanbul´a gelmesini engellemek gerektiği”ni söylediği de akılda tutulursa, yalnızca gecekondu bölgelerinin değil genel olarak büyük şehirlerin yükselen sektörlerde yer bulamayan yoksullara kapatılmak istendiğini söyleyebiliriz. Bu çerçevede, İstanbul Büyükşehir Belediyesi´nin son 10 yıldır yürütmekte olduğu bir uygulamaya hız verildi. İstanbul´da yaşayıp da işsizlik ve yoksulluk nedeniyle geldikleri yere dönmek isteyen vatandaşlara otobüs bileti ve taşınma yardımı yapılmaya, dahası otogarlarda oluşturulan ofislerde İstanbul´a göç edeceği izlenimi uyandıran yolcular bu niyetlerinden vazgeçirilmek üzere ikna edilmeye başlandı. TÜİK verilerine göre bu koşullar altında son bir yıl içinde 1 milyonun üzerinde kişi, metropollerde barınamadığı için onlarca yıl evvel terk ettikleri köylerine döndüler.

Bütün bu koşullar altında kentsel rantın yükseltilmesi yolundaki politikalara engel teşkil ettiği için bir sorun olarak niteliği değişen gecekondulara yönelik bir dönüşümün, ancak buralardaki mülkiyet tanımı yeniden yapıldıktan (belki özel mülkiyete alternatif araçlar geliştirilerek) ve arazi spekülasyonunun önüne geçecek önlemler alındıktan sonra yapılması gerektiğini söylemek fazla naiflik olacak. Zira örneğin AKP´nin hırsla sarıldığı 35 milyar dolarlık (finansmanı tüm Türkiye´deki karayollarının özelleştirilmesinden sağlanacak) üçüncü köprü yatırımının, geçen yıl yalnızca yüzde 2´lik bir artış gösteren transit karayolu geçişini kolaylaştırmayı değil, aksine köprünün yapılmasının planlandığı Beykoz-Sarıyer hattında ve devamında arazi spekülasyonunu canlı tutmayı ve inşaat sektörüne yeni ve kıymetli bir lebensraum yaratmayı hedeflediği de çok açık. Dolayısıyla, gecekondu kavramı etrafında tanımlanan sorunun aslında çok küçük bir bölümü bu mahallelerde yaşayanlarla doğrudan ilgili ve ancak bu geniş ölçeği göz önünde bulunduran radikal ve kapsayıcı bir muhalefetle yeniden tanımlanıp pazarlık masasına oturulursa verimli sonuçlar alınabilir. Ne var ki, ne gecekonduluların tapu kırılganlığı ne de gecekondulara karşı yıllardır çeşitli şekilde kışkırtılan ve “her krizi fırsata çevirme” gailesiyle hareket eden yeni orta sınıf duyarlılığının şimdilik böyle bir ihtimale açık olduğu söylenemez.