0
ARCH+ news

Istanbul Kıyı Alanlarında Değişen Kamusallıklar

Deniz Güner //

Boğaziçi’nin her iki yakasına yayılarak Avrupa ile Asya kıtalarının içerilerine doğru genişleyen İstanbul, “içinden deniz geçen kent” oluşuyla diğer kıyı kentlerinden farklılaşır. Anadolu ve Rumeli yakasındaki toplam 90 km.lik kıyı uzunluğuna rağmen bu amfibi kentin kıyı ile kurduğu ilişkiler oldukça sınırlı bir alanda gerçekleşmektedir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkimiyetine geçişinden itibaren yaklaşık 560 yıllık sürede İstanbul’un deniz kıyısı ile kurduğu gerilimli ilişkiye kısaca bakmak, günümüzde kıyı boyunca oluşmuş sınırlı sayıdaki kamusal mekânları, onların parçalı yapılarını ve bu alanlarda gerçekleşen çeşitli toplumsal pratikleri anlamlandırmak için oldukça yararlı olacaktır. 1980 sonrasında kıyı fizyonomisini disipline etmek üzere girişilen bir dizi kentsel temizleme ve dolgu harekâtı sonrasında üretilen kıyı parkları, gezinti yolları  gibi yeni kamusal mekânları, hem burada gerçekleşen mücadelelerin tarihi, hem de “eğreti kamusallık” olarak tanımlayabileceğimiz, bu coğrafyaya özgü kamusallık anlayışı üzerinden irdelemek mümkündür. Bu “eğretilik”i anlaşılabilir kılmak amacıyla, Osmanlıdan beri süregelen kamusal alanlardaki sosyal pratiklere kısaca değinmek gerekmektedir.

İstanbul’un kıyı boyunca lineer formda büyümesinde coğrafik belirleyiciler kadar, tarih boyunca kentin farklı yakalara dağılmış parçalarını birbirine örmeye çalışan planlama pratikleri ile bu müdahalelere karşı gelişmiş enformel refleksler de etkili olmuştur. Kenti disipline etmeye çalışan modernist planlama pratiği ile ona karşı gelişen enformel refleksler arasında süregelen bu gerilim, kamusallığın alımlanışı kadar, kamusal mekânların niteliğini de belirlemektedir. Batı Avrupa’daki kavramsallaştırılmalardan farklı olarak kamusal ile özel alan arasındaki ilişki bu coğrafyada ikilik olarak kurulmadığından, kamusallık ile mahremiyet arasında oldukça geçirgen ve muğlâk bir yapıdan söz edilebilir. Bu muğlâklık doğal olarak kendini kamusal alan ve kamusal mekân arasındaki örtüşmezlikte de gösterir. “Kamusal mekânın” mülkiyet ve kadastral sınırlar ile tanımlanmış kamusallık niteliği ile“kamusal alanın”, her zaman üst üste örtüşmemesi durumu kendini en iyi piknik etkinliğinde ortaya serer. Osmanlı İmparatorluğu’nun erken dönemlerinden itibaren en önemli sosyal pratiklerden biri sayılan piknik etkinliğinin gerçekleştiği mesire alanları, toplumsallaşmanın en yoğun yaşandığı kamusal yerler olmalarına karşın coğrafik tanımları kesin değildir. Sınırları kesin olmayan, kamusallık ile mahremiyet arasında kademeli geçiş sergileyen mesire yerleri ancak, sınırları tam olarak çizilemeyen geçiş bölgeleri olarak da tanımlayabileceğimiz egemenlik alanı olgusu ile açıklanabilir. Diğer yandan, sınırları tanımsız ve muğlâk olan bu mesire yerlerinin, toplum tarafından kamusal olarak addedilebilmeleri ancak üzerinde gerçekleşen sosyal pratiklerin ve bir araya gelme ritüellerinin kentlilerin zihinsel-kartografyalarında birikmesi ile mümkün olabilmektedir.

Bu tarihsel perspektiften günümüz İstanbul’una bakıldığında, kamusal mekân düzenlemeleri ile sömürgeleştirilmiş kamusal alanları  özgürleştirebilmek, bu alanların politik iktidarlarını yamultabilmek, Bakhtinci anlamda hegemonyayı baş aşağı edebilmek , kısacası bağımsızlaştırabilmek amacıyla, kamusal mekanlardaki enformel pratiklere, karşılaşmalara, farklı sosyal bir araya gelmelere, performatif ilişkilere, müdahalelere, geçici yer-inşalarına ve egemenlik alanlarına odaklanmayı hedefleyen çalışma bu amaçla, özellikle bahar ve yaz aylarında İstanbul’un kıyı parklarında gerçekleştirilen piknik etkinliklerine odaklanmaktadır.

 

 

Mahrem Kıyıların Kenti İstanbul
Günümüz İstanbul’unda kıyı boyunca az sayıda kamusal mekânın bulunuşu, kentin tarih boyunca deniz ile süregelen gerilimli ilişkisinin sonucudur. Kurulduğu dönemden beri kent için deniz hayati öneme sahiptir. Kenti yaşatan bağlantıların kaynağı olmasına karşın deniz aynı zamanda, düşman saldırılarına açık en zayıf nokta, yani tehlikelerin de kaynağıdır. (Resim 1). Modern öncesi dönemin kara ve deniz surları ile çevrilmiş korunaklı kenti 17.yy.dan itibaren yerini Proto-modern İstanbul’a bırakmaya başlamış, Boğaziçi’nin her iki yanı yazlık saraylar, saray bahçeleri, devlet erkânının yalıları, askeri kışlalar gibi halkın erişimine kısmen kapalı, özel ve yarı-özel mekânlar ile dolmaya başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun kapitalist sisteme uyum sağlamaya çalıştığı 19.yy.dan itibaren kentin kıyı ile olan kesintisi daha da artmış, kıyılar fabrika ve tersane gibi erken endüstri yapıları ile dolmuştur. Modern dönemde ise bu kesinti, kentin iki yakasında kıyıya paralel uzanan demiryolu ve karayolu arterleri ile keskin bir hal almıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu 1923’den büyük iç göçlerin başladığı 1950’li yılların sonuna kadar geçen dönem, her alanda olduğu gibi kıyıların da “demokratikleştiği” bir dönem olmuş ve açılan ilk halk plajları ile modern kamusal kıyı mekânları oluşmaya başlamıştır. 1980’lere gelindiğinde ise deniz kirliliği nedeniyle bu halk plajlarının hemen hepsi kapanmıştır.

1980’lerden itibaren bir dizi yapısal dönüşüm ile dünyadaki liberal ekonomiye entegre olmaya çalışan İstanbul , kentin kıyı yüzünü estetikleştirmek, Haliç çevresi  ve Zeytinburnu gibi kıyı bölgelerini “şeffaflaştırmak” üzere bir dizi Haussmannvari kentsel yenileme harekâtına girişmiştir.  Bu dönemde, 19.yy boyunca kıyılarda oluşmuş tersane ve sanayi yapıları kentin dışına taşınarak bu alanlarda kentsel yenileme ve kültürel dönüşüm projeleri başlatılmış ve yapılan kıyı dolguları  sonrasında bu alanlarda yeni kamusal mekânlar, parklar ve gezinti alanları oluşturularak, kentin merkezindeki aktiviteler kısmen kıyı alanlarına çekilebilmiştir. (Resim 2).

2000’li yılların başında son yapısal dönüşümünü gerçekleştiren İstanbul, küresel ekonomiye ve ağlara bağlanarak, küresel sermayenin ilgi odaklarından biri haline gelmiştir. Karaköy Limanı’nda karma programlı Galataport Projesi, Haydarpaşa Garı’nda karma programlı gökdelen projesi, Kartal ve Küçükçekmece Kentsel Dönüşüm Projeleri gibi son yıllarda bir dizi kentsel yenileme ve canlandırma projeleri ile gündeme gelen küresel sermayenin birikmek için tercih ettiği yerler, kentin en prestijli alanları olan kıyı alanları olmuştur.

 

 

Eğreti Kamusallık
Kıyı kenarında konumlanan sınırlı sayıdaki kamusal mekânlara yönelen ekonomik baskı, bu bölgelerdeki park, meydan ve kentsel boşlukların hızla dolmasına veya kamusal niteliklerini kaybetmelerine neden olmaktadır. Kamusal ile özel mekân arasında süre giden bu mücadele güncel bir gerilim olmayıp, aidiyet-egemenlik alanı olgusu bağlamında yüzyıllar boyunca devam eden toplumsal pratiklerin yarattığı bir zihniyetin ürünüdür.

Modern mekân olgusunu belirleyen sınır kavramı, kartografya teknikleri ile tanımlı ve kesin hale getirilerek ince çizgilere dönüştürülmüştür. Pre-modern dünyada ise kesin bir sınırdan çok, bir gücün etkisinin azalıp bir diğer güç alanın etkili olmaya başladığı geçiş bölgelerinden, yani egemenlik alanlarından söz edilebilir.  Kesinlikten çok geçiş olgusu ile biçimlenmiş bu zihniyet kendini Osmanlı toplumundaki kamusal ile özel olan ayrımında da göstermektedir. Bu alımlamanın Osmanlı gündelik hayatında oldukça etkin olduğu, konut sahiplerinin çıkmalarla veya farklı tür sahiplenmelerle giderek sokağa taştıkları, hatta bazı çıkmaz sokak girişlerini kapatarak özelleştirdikleri sıklıkla görülmektedir. Mekânsal taşmaları ve sahiplenmeleri motive eden bu toplumsal pratiklere, fina’ hakkı uygulaması ile kısmen yasal bir içerik bile kazandırılmıştır. Uğur Tanyeli’nin de vurguladığı üzere; “Osmanlı kentinde sokak ve her türlü açık alan (camilerin avluları bile) biraz çabalanarak mahremin alanına alınabilecek rezerv gibi görülür. Yüzyıllar boyunca bunu engellemeye yönelik hemen hemen hiçbir yasal düzenleme -sözgelimi kadastro- yapılmamış oluşu ise şaşırtıcı değildir. Arsasını genişleten ya da sokağın üzerine taşan mal sahibi kamuya ait olanı çaldığını düşünmez. Kamusalın tanımının yapılmadığı bir kültürel ortamda böyle bir endişe de duyulmayacaktır. O, hiç kimseye ait olmayanın bir kesimini, ihtiyacı kadar ve o hassas dengeyi altüst etmeyecek biçimde kendine mal eder” (Tanyeli, 2005). Kamusal mekânlar ile özel mülkiyet arasındaki kesin sınırı çizen kadastral haritaların İstanbul için 1930’ların sonuna kadar hazırlanmamış oluşu, kamusallığın Türkiye’de alımlanışını doğrudan etkilemiştir. Tanyeli’ye göre Türkiye’de kamusallık günümüzde bile “devlet kurumları” olarak alımlandığından, devlet kurumlarının ve özel mülkiyetin sınırları dışında kalan ve tüm toplum tarafından paylaşılan kentsel mekânlar, müphem ve tanımsız nitelikleri ile “adı konmamış” alanlardır. Bu “adı konmamış” kentsel mekânlar, Avrupa’dakinin tersine herkesin değil “hiçkimseye ait olmayan alanlar” oluşları nedeniyle mülk edinme anlamında bir “serbestiyet” alanına dönüştürmüştür (Tanyeli, 2005). Bu açık kentsel mekânlar, muğlâklıkları nedeniyle sürekli müdahaleye uğramakta ve gözden çıkarılabilir potansiyel alanlar olarak görülmektedir. Günümüzde çoğu park alanı bu tür müdahaleler ve inşa faaliyetleri nedeniyle “eğreti kamusallık” niteliği kazanmış durumdadır. Tanyeli, bu serbestiyet durumu ile çelişen, kamusal mekânların tasarım yolu ile kontrol altına alınmasına, disipline edilmesine dikkat çekmekte ve katı biçimde düzene sokulmuş yürüyüş yolları, cepler, yapılar, nedeniyle bu tür kentsel mekânların özgürlük alanları olamadıklarını iddia etmektedir. Tanyeli’ye göre bu tür mekânlarda serbestçe yapılabilen tek etkinlik pikniktir (Tanyeli, 2005). Tasarım yoluyla disipline edilmeleri, kolonileştirilmelerine rağmen bu mekânlar barındırdıkları muğlâklık ve özelleştirme serbestiyeti nedeniyle hâlâ piknik gibi geçici sahiplenme biçimlerine de imkân verebilmektedir. Öte taraftan, piknik etkinliğinin bu coğrafyadaki tarihi, Avrupa’daki kamusal mekânların Osmanlı’daki karşılığı olabilecek, coğrafik tanımı ve sınırları belirsiz mesire adı verilen açık gezinti yerleri ile doğrudan ilişkilidir. 16.yy’dan beri mesire yerlerinde gerçekleşen piknik etkinliği, tıpkı üzerinde gerçekleştiği mesire alanları gibi sınırları kesin olmayan ve egemenlik alanı ile açıklanabilecek bir kamusal etkinliktir.

 

 

Bağımsızlaştırıcı Bir Etkinlik Olarak Piknik
Yaz ve bahar mevsimlerinde, özellikle de hafta sonları Sarıyer, Arnavutköy, Bebek, Ortaköy, Fındıklı, Beşiktaş, Balat, Sarayburnu, Zeytinburnu gibi semtlerde deniz kenarındaki dolgu alanlarında veya kıyı parklarında – hatta bazen otoyol kenarlarında veya yolların ortasındaki yeşil alanlarda bile- yoğun olarak görülen piknik etkinliği, çoğunlukla kentin orta veya düşük gelir seviyesine sahip kalabalık ailelerince gerçekleştirilmektedir. Yaşamları boyunca denizi görmeden kentin çeperlerinde yaşayan ve İstanbul’un büyük bir kısmını oluşturan nüfus dikkate alındığında, deniz kenarında gerçekleştirilen bu piknik eylemleri, kentin mahrum kalınmış nimetlerinden geçici süreyle yararlanılması olarak da değerlendirilebilir. Kıyı parklarına hücum eden kullanıcılar için çimlerin üzerinde, ağaçların gölgesinde gerçekleşen, mangal dumanlarının, yemek kokularının, müzik ve sohbetlerin birbirine karıştığı dipdibe yapılan bu piknik etkinliği, eyleyenlerde belki de hiçbir zaman sahip olamayacakları deniz manzaralarına, özendikleri ama ikamet edemeyecekleri lüks semtlerdeki yaşantılara kısa süreli de olsa sahip olabilecekleri yanılsaması yaratmakta, ama daha da önemlisi bu geçici sahipliliği bir “hak” olarak görmelerine neden olmaktadır. Günümüzde Boğaz kıyısında gerçekleştirilen piknik etkinlikleri de bu nedenle yalnızca yemek yemenin ötesinde, modern hayat tarzının getirdiği zevklerden tat alınması, üst gelir grubunun keyfini çıkardığı manzaradan pay alınması, kısacası sosyal segregasyonun yarattığı gerilimin boşalması, geçici sahiplenme yolu ile ekonomik dengesizliğin mekân üzerinde alt edilmesi gibi anlamları da içeren daha geniş bir içeriği vardır. Kamusal mekanların tasarım yoluyla dayattıkları oturma düzenlerini ve bakış kurgularını altüst eden, içlerindeyken davranılması gereken steril ve homojenleştirici eylem kalıplarını bozan, -Lefebvre’nin terimleri ile söylersek- mekanı denetim altında tutup düzenleyen bu “soyut mekanları” bir hamlede “sosyal mekanlara” dönüştüren bağımsızlaştırıcı bir eylemdir piknik etkinliği. Kentin çeperlerinden gelip merkezinde var olabilmeye, görünmeye yönelik bu talep, bir yandan arzu ve özentilerin dışavurumu iken, diğer yandan Freudyen “bastırılanın geri dönüşü” anlamında, kendini dışlanmış, horlananmış veya haksızlığa uğramış hisseden “mağdurların” nevrotik hınç ve gurur yaralarından sbeslenmektedir. İlginç olan şudur ki, 1980’lerdeki özgürleşme vaadi ile çığ gibi büyüyen ve edebiyattan  arabesk müziğine kadar bu coğrafyanın kültürel iklimine damgasını vuran bu talepkâr hınç, özgürleşme-bireysellik ekseninin tam tersi yönünde, cemaatçi bir mekanizma içinde yeşermektedir. Ancak “mekanın üretimine” olanak veren bu piknik etkinliklerinin sosyal anlamda yeteri kadar özgürleştirici bir etkisi yoktur; hatta tam tersine içe kapanmanın, “hiç kimseye ait olmayan” alanlarda “hayali ev”lerin kurulmasına neden oluşuyla cemaatçi kalıpları pekiştirdiği bile söylenebilir. Erken Cumhuriyet döneminden itibaren kadın ve erkeğin kamusal alanda biraradalığına izin verilmiş olmasına rağmen, günümüz kamusal mekânlarında kadın ve erkek arasında gerçekleştirilebilecek eylemler ve iletişim olanakları hâlâ sınırlıdır. Tanyeli’nin ifadesi ile “ […] Türkiye’deki parklarda kahvede oturulur, lokantaya gidilir. Serbestçe yapılan tek etkinlik pikniktir. O da kentlilik kıdemi en yeni olanlarca yürütülür ve bir ailevi etkinlik olduğundan, bu kez bir başka ciddi toplumsal denetimin altındadır. […] Herkesin herkese polislik yaptığı bir iletişim alanıdır burası. Dolayısıyla da, organik topluluğun denetiminden kurtulmayı ve modern bir özgürlük odağı tanımladığını iddia etmek zordur. Artık tekinsiz değildir; çünkü Geç Osmanlı kamusal mekânındakinin tersine, geleneksel ailevi bağlar kullanılarak çok sıkı biçimde disipline edilmiştir. Onun için, özgürlük bir yana, serbestlik alanı bile sayılamaz.” (Tanyeli, 2005).

Çoğunlukla aile bireyleri ile gerçekleştirilen piknik etkinliğinin başat öğesi çimlerin üzerine serilen örtü veya kilimdir. Egemenlik alanının merkezini oluşturan bu örtüden dışarıya doğru gün boyunca farklı hareket ve ilişki ağları kurularak “yer” inşa edilir. Bu özel alanın inşası yoluyla kamusal mekân üzerinde, birbirlerine olan mesafeleri kullanıcılar tarafından belirlenmiş, farklı uzaklıklarda konumlanmış geçirgen özelleştirilmiş bölgeler oluşturulur. Araba ile ulaşılabilecek, keyfi çıkarılacak “deniz manzarasına” sahip boş gölgelikli bir yeşil alan, piknik’in olmaz olmazıdır. Dere, akarsu gibi akan su kaynakları veya bir çeşmeye yakınlık da genel tercihler arasında yer almaktadır. Mangal yapmak ve devamında gerçekleştirilen yemek yeme etkinliği, kendi beğenileri doğrultusunda çevreleri ile paylaştıkları müzik yayını, piknik yapanların kamusal mekânlar üzerinde gerçekleştirdikleri geçici işaretlemelerdir. Piknikçiler kendi “uygunsuz” performatif eylemlerini kamusal mekâna dayatırken mekânı da dönüştürmeye, kendilerine uydurmaya çalışırlar. Ağaçlar arasına gerilen kumaşlar ile kısmı mahremiyetler inşa edilmeye, “hiç kimseye ait olmayan” kamusal mekânların ortasında ev içi ortamların yaratılmasına çalışılır. Hong Kong’un göbeğindeki Central District bölgesinin pazar günleri Filipinli kadın işçilerce piknik yapmak üzere kuşatılmasını inceleyen Asuman Suner, Ackbar Abbas’ın “Yamuk Mekan” olgusuna referansla piknik etkinliğinin kamusallıkla çatışan “görmezden gelme” niteliğine vurgu yapar: “Dev gökdelenlerin arasında banal bir ev içi yaratılır. Binaların mesafeli ve kibirli duruşu adeta alaya alınır. Mekân mutasyona uğrar, küresel finans merkezi ‘yamulur’. […] Tıpkı orta sınıf apartman dairelerinin, hizmet işçisiyle apartman sakinlerinin bir arada ancak birbirlerinden yalıtılmış olarak yaşamasını mümkün kılan tasarımları gibi, kent ölçeğinde de farklı toplumsal grupların iç içe, ancak birbirlerini görmeden, farklı gerçeklik düzlemlerinde yaşamalarını mümkün kılan bilişsel mekân haritaları vardır” (Suner, 1999). Arjun Appadurai’nin “ev”i materyal olmaktan öte bilişsel bir kategori olarak ele alan “hayali iskân” kavramına referans veren Suner, piknik yapanların kendilerini evlerinde hissedebilmeleri, sokağın ortasında şeffaf sınırları olan “hayali evler” kurabilmeleri, bu egemenlik alanlarında mahremiyet ve biz-bizelik duygusu yaratabilmeleri için etraftaki yabancıları yok sayabilmeleri, kendilerini “görünmez kitle” olarak algılayabilmeleri gerektiğini söyler. Diğer yandan, yoldan geçenlerin de bu hayali “ev içlerine”, mahrem olana dikkat etmeyen ya da bakışlarını kaçıran “görmeyen kitleler” olabilmeleri, ama en önemlisi kamusallığın ortasında özel alanların inşa edilebilmesi için, karşılıklı “görmeme” durumundan kaynaklanan bir “bilişsel körlük”ün de toplumun zihinsel haritalarında yaratılmış olması gerekmektedir (Suner, 1999).

Görme ve görünürlük, sınır ve mekân gibi olgular üzerinden kurulmuş Avrupa’daki kamusal-özel alan ikiliği, doğal olarak bu kültürel coğrafyadaki mekân konsepsiyonu ve toplumsal pratikler ile örtüşmemekte, İstanbul gibi çok yüzlü ve kimlikli kentleri açıklamada yetersiz kalmaktadır (Eckardt, 2008; Tanyeli, 2005). İstanbul’daki kamusallıklar ve kamusal mekânlar hakkında konuşabilmek için, Batı-dışı modernliğe özgü kavramsallaştırmaların, yeni okuma biçimlerinin üretilmesi gerekmektedir. Sosyal pratikler yoluyla toplumsallığın inşa edildiği ortamlar olarak düşünülmesi gereken kamusallık, kentteki her türlü sosyal grubun kendisini ifade etme biçimini ve iletişim ortamını inceleyen “kent folkloru”  ile doğal olarak ilişkili olmak zorundadır. İstanbulluluğun çoğul yapısını  göz ardı etmeden kentin kamusal yaşantısını kapsamayı hedefleyen her tür anlatı, görünenler kadar görünmeyenleri, müdahaleler ve müzakereleri, enformel pratikler ile performatif ilişkileri, karşılaşmalar ile dirençleri, farklı sosyal grupların bir araya gelmelerini, mekansal pratikler kadar geçici yer-inşası ve egemenlik alanı gib mekansal üretimleri de dikkate almak zorundadır.